Emine Ergün, Çocuk Gelişimi Uzmanı
Emine Hanım, bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
İsmim Emine Ergün, Çocuk Gelişimi Eğitimi Uzmanıyım. Aynı zamanda Aile Danışmanıyım. Hacettepe Üniversitesi Çocuk Gelişimi bölümünden mezun oldum ve o günden beridir çocuklarla ilgili her alanda yer almaya çalışıyorum. Şu anda da Ankara Aile Danışmanlığı Merkezi’nde çocuklara eğitim ve ailelere farklı konularda danışmanlık hizmetleri vermeye devam ediyorum.
Aslında size sormak istediğimiz o kadar çok konu var ki… Biz de nereden başlayacağımızı çok bilemiyoruz. Ama mutlaka eksik birşeyler kalacaktır. Sizce bir çocuğun yaşlarını bölsek, hangi yaş aralıkları ilerdeki hayata hazırlanmaları açısından çok önemlidir? Yani anneler babalar hangi yaş aralıklarında daha dikkatli olmalılar çocuklarına karşı?
Aslında bunu konuşurken bu şey gibi başlıyor, olay hani doğumdan itibaren gibi başlıyor. Ama ben biraz daha geriden alacağım bunu. Hamilelik dönemi de aslında bunun içindedir. Çünkü bir anne ne kadar rahat bir hamilelik geçirirse psikolojik anlamda ve fiziksel anlamda çocuğu da o kadar rahat dünyaya alışacaktır. Dolayısıyla o dokuz aylık süreyi de bunun içine almamız gerekiyor. Ama ondan sonra, doğumdan sonraki süreyi de alacak olursak 0-1 yaş, 1-3 yaş, 3-6 yaş gibi dönemlere de bölebiliriz. Çünkü 0-1 yaşın kendi içinde çok önemli bir özelliği var ki doğumla birlikte hani doğum bizim için, anne babalar için, çok özel, çok mucizevi bir olay. Çünkü 9 ay boyunca bekliyoruz bebeğimizin gelmesini. Ama bebek açısından baktığınızda aslında doğum bir travma. Çünkü o çok korunaklı olduğu o alandan, ana rahminden çıkıyor birdenbire. Orada herhangi bir giysiye ihtiyacı yokken biz doğar doğmaz giysiler giydiriyoruz. Eline elcikler, ayağına patikler giydiriyoruz.
Orada kendi kendine beslenirken kordonla birlikte biz ya işte annenin memesini, olmuyorsa biberonu, ekstradan emziği ağzına dayıyoruz gibi. Aslında o alıştığı ortamdan çok farklı bir ortamla karşılaşıyor ve o travmayı atlatmaya çalışıyor ve bazı bebeklerde bu aylarca sürebiliyor. Biz “kolik” bebekler diyoruz onlara da. O yüzden 0-1 yaş bu anlamda çok önemli. Çocuğun kendini güvende hissetmesi bu dönemde çok önemli. Çünkü bu aylarda, bu yaşlarda çocuk hep iki sorunun cevabını arar, doğumla birlikte. Bir, ben burada güvende miyim, bu kişilerle birlikte? İki, bunlar gerçekten beni seviyorlar mı ve koruyacaklar mı her şeye karşı? O yüzden hep bu soruların cevabını aramakla meşguldür. Bunu arayış devam eder aslında. Ta ki 4-5 yaşına kadar da devam eden bir süreçtir bu. Ama 0-1 yaş bu anlamda çok önemli.
Peki bu dönemde anne babalar nasıl yapmalılar, nasıl davranmalılar ki çocuklarındaki bu korkuların üzerine gidebilsinler? Onları güvenli bir ortamda olduklarına inandırabilsinler? Belki emzirmek bu dönemde annenin çocuğuna verebileceği en iyi iletişim metodu olabilir.
Kesinlikle, emzirmek çok önemli. Çünkü anne çocuk arasındaki o bağın hani ana rahmindeki 9 aylık sürecin devamını sağlayan en önemli faktörlerden bir tanesi emzirmek. O dokunsal temas çok önemli emzirirken. Emzirirken anne ve bebeğin yalnız olması çok önemli. Hani bizim kültürümüzde otururken, sohbet ederken de anneler bebeklerini emziriyorlar. Ama biz tam tersini tavsiye ediyoruz. Bebeğinizi alın, içeride bir odaya gidin. Hani bu sadece mahremiyet duygusuyla alakalı bir şey değil. Anne bebek iletişimi için de çok önemli bir şey. Bebeğinizle yalnızken onu emzirin. İşte anneye dokunmasına fırsat versinler. Bir eli muhakkak annenin göğsünde, boynunda bir yerinde olsun. Kıyafetinde değil de direkt tene temas çok önemli ve bebeğinizle konuşun emzirirken. “Bak karnın mı acıktı? Şimdi sana sütünü vereceğim. Sen çok akıllısın, seni çok seviyorum, benle baban seni çok seviyoruz” gibi. Bunlar o sevgi ve güven duygularını çok güzel işleyecek şeylerdir.
Yine işte altını değiştirirken, üstünü giydirirken, banyo yaptırmadan önce. Hani soyup da hemen banyoya sokmak yerine bebeği, soyarken üstünü çıkarırken “Şimdi seni banyoya sokacağım, biraz üzerine su gelecek. Köpük köpük yapacağız. Ama çok rahatlayacaksın” gibi. Çünkü çocuk neye uğradığını şaşırmamalı, birdenbire yatıyorken, biz ne yapıyoruz? Alıyoruz yatağından, üzerini çıkarıyoruz. Banyoya sokuyoruz. Neye uğradığını şaşırıyor çocuk. Hani şeyden pay biçmek lazım, kendimizden pay biçelim… Empati çok önemli bu noktada. Evde otururken birdenbire iki kişi gelip bizi alsa kolumuzdan kaldırıp bir yere götürse ne oluyoruz deriz dimi? Kalbimizin ritmi artar. Hemen telaşlanırız, kendimizi güvende hissetmeyiz gibi. E aynı şeyi neden bebeklere yapıyoruz. Yapmamak lazım. Bunlar belki çok ufak tüyolar ama çok önemli şeyler.
Çocuğun konuşmaya başlamasında da annenin onunla sohbet ediyor olması herhalde önemli bir faktör…
Kesinlikle çok önemli. Annenin, babanın ve evde olan diğer kişilerin çocukla sürekli konuşması, onunla konuşurken tabi daha basit cümlelerle, daha basit kelimelerle ama doğumdan itibaren konuşmak çok önemli. Yani çocukla iletişim kurmak için çocuğun konuşmasını beklemeye gerek yok. Yani burada bir hata yapıyoruz belki de. Doğumla birlikte hatta doğumdan önce bile konuşmaya başlamamız gerekiyor. Her şeyi anlatabiliriz. Ben yani şunu da söylüyorum annelere, şunu da örnek veriyorum. Çocuğunuzla birlikte mutfağa gidin. Belki 4 aylık-5 aylık bir bebeğiniz var. Koyun işte sandalyesine ya da salıncağına, mutfağa götürün. Siz yemeği yaparken yemeği nasıl yaptığınızı bile anlatın.
Yani illa konuşun derken ona özel anlar ayırıp da o şekilde konuşmanıza gerek yok. Yani bunu didaktik bir şeye çevirmemek lazım. Öğretici bir şeye çevirmemek lazım. “Bak şimdi seninle birlikte yemek yapacağız. Mutfağa geldik. Bak ben şimdi soğanları doğruyorum. Ay biraz gözüm yandı soğandan” gibi. Bunlar hep neye mal oluyor, neyi sağlıyor aslında bize; bebeklerin beyni adeta bir harddisk. Biz o harddiske sürekli data yüklüyoruz. Yüklüyoruz, yüklüyoruz ve datalar artık 1,5-2 yaşından itibaren bize kelime olarak geri dönmeye başlıyor. O anlamda çok önemli konuşmaları.
0-1 yaş böyle. Peki 1-3 yaşta çocukların o 2 yaş sendromu dediğimiz ve anne, babaların öfke nöbetleriyle karşılaştığı, hayır ben yapacağım demeye başladığı çocuğun, biraz daha özgürlüğüne kavuştuğunu düşündüğü zamanlar herhalde. O dönemlerde de mesela aileler çocuklara karşı nasıl davranmalılar? Yani bir öfke nöbetiyle bir markette bir öfke nöbetiyle karşılaşan bir anne ne yapmalı sizce?
Zaten 2-2,5 yaşa gelmiş bir çocuk bu kadar öfke nöbetleri gösteriyorsa, bu kadar dediğim dedik tavırlar sergiliyorsa o anı bırakıp biraz öncesine dönmek lazım. Muhtemelen doğumla birlikte de yanlış bir iletişim kurulmuş olabilir, bu bebekle. İnada inat sökmez hiçbir zaman, hele ki çocuklarda o hiç işe yaramaz. Biraz daha soğukkanlı olmak gerekiyor ve net olmak gerekiyor. Çocukların en sevdiği şeylerden bir tanesi netlik. Kurallar, sınırlar tabiki olacak. Küçük yaşlardan itibaren olacak kurallar, sınırlar. Kural, çocuğun hayatına kreşe başlamasıyla birlikte girmemeli. Öncesinde de olmalı, aile hayatında. Ama net olmalı, tutarlı olunmalı, kararlı olunmalı. Annenin koyduğu kuralı, baba yıkmamalı. Babanın kızmasına anne koruyucu bir tavırla yaklaşıp da “kızma benim çocuğuma deyip çocuğu kanatlarının altına almamalı”. Çünkü bunların hepsi birikiyor, birikiyor, damla damla ve çocuk 2-2,5 yaşa geldiğinde artık benmerkezci bir dönemde oluyor. “Benim dediğim olacak, her şeyi ben bilirim, benim istediğim gibi olacak” güdüsü zaten var. Bu gelişimsel bir şey. Bu her çocuk da var. Sadece problemli ya da davranış problemi sergileyen çocuklarda yok. Her çocukta bu güdü var. Ama biz anne baba olarak bu güdüyü ya arttırıyoruz yaptığımız şeylerle ya da normal sınırlarda kalmasını sağlıyoruz. Arttırdığımız zaman şöyle bir yaklaşım oluyor. Çocuğun inadına inatla karşılık veriyoruz, şiddetle karşılık veriyoruz. Hırpalıyoruz, sarsıyoruz veya çok ağır cezalar verebiliyoruz. Yaptığı davranıştan kat kat fazla ceza verip onun öfkelenmesine sebep olabiliyoruz. Ama bunun tam tersi eğer birçok şeyi net koyarsak “Bak bizim evimizin kuralları bunlar, bunlara dikkat etmeni istiyorum. Bunları yapmanı istemiyorum”. İstiyorum, istemiyorum dili çok önemli. Yapma, atma, alma gibi -me, -ma ekleri çocuklarda ters etkiye sebep oluyor. Ama yapmanı istiyorum ya da yapmanı istemiyorum biraz daha otoriter bir söylem. Bu daha etkili oluyor çocuklarda ve onu daha çabuk kabul ediyorlar. Daha çabuk sindiriyorlar. Yoksa hani işte telefonu atma, bırak onu, atma, atma dedikçe bir anne o telefon o çocuğun elinden yavaş yavaş kayar aşağıya doğru. Bir bakarsınız ki yerle yeksan olmuş, paramparça olmuş. Hani iletişim aslında her yerde kilit noktamız iletişim. Doğru iletişim doğru davranışları getiriyor beraberinde.
Aslında bu dönemlere yaşarken dikkat etmek gerekiyor belki. Sonrasında birike birike ilkokul dönemlerinde farklı bir sorun olarak karşımıza çıkabilir herhalde değil mi? Yani bu dönemler içerisinde önlemleri almak gerekiyor ki sonrasında daha büyük problemlerle karşılaşmayalım.
Kesinlikle çünkü aile içinde bunları oturtamayınca çocuk 3 yaşına geliyor, kreşe başlıyor. Bu sefer kreşte uyumsuz çocuk damgası yiyor. Problemli çocuk gibi nitelendiriliyor veya ilkokula başladığı zaman işte sınıfın düzenini bozan, müfredatı engelleyen, arkadaşlarının dikkatini dağıtan çocuk damgası yiyor ki biz biraz çocuk etiketlemeyi seviyoruz, toplumsal olarak. Hemen de etiketleniyor bu çocuklar. Ya bir çocuk psikiyatrına yönlendiriliyor ya hemen ilaca yönlendiriliyor gibi. Halbuki aslında altta yatan sebep çok daha basit bir şey. Yani iletişim probleminden kaynaklı şey aynı bir kar tanesinin çığa dönüşmesi gibi. Yıllar içerisinde ufak bir kar tanesi gibi görünüyor. Anne, baba çok önemsemiyor ama bu çocuk 6-7 yaşına geldiğinde bir bakıyorlar ki aslında koca bir çığla karşı karşıyalar.
O zaman da biraz daha zor oluyor, çözmek…
Kesinlikle, çünkü kemikleşiyor artık yani kemikleşmiş bir sorunu çözmek baştakini çözmekten çok daha zordur. Çocuk bunu davranış probleminden çıkıyor olay, davranış haline geliyor artık. Dolayısıyla da zorlanıyorlar çözmekte.
Peki mesela anne-çocuk ilişkisi çocuğu sizce hayata nasıl hazırlıyor? Yani bir anneyle çocuğun kaliteli bir ilişki içinde olduğunu mesela nereden anlayabiliriz ya da bunun çocuğa katkısı ne olabilir?
Anne-çocuk arasındaki bağlanma çok önemli bu noktada bizim için.
“BAĞIMLILIK MI, BAĞLANMA MI?”
Bir bağımlılık bir de bağlılık var ama aradaki fark ne sizce?
Bağlanma olması gereken bir şey. Anne de çocuğa bağlanmalı, çocuk da anneye bağlanmalı. Bunu bu şekilde açıklayabiliriz. Ama olay eğer bağımlılığa dönerse o zaman her iki taraf için de sıkıntılı bir süreç başlıyor. Çünkü çocuk, anneye bağımlı hale geldiği zaman annesiz bir şey yapamıyor. Annesiz yemek yiyemiyor. Annesinden başka kimse altını değiştiremiyor. Annesi olmadan kapıdan dışarıya çıkmıyor. Ya da anne çocuğa bağımlı hale gelirse diyelim ki çalışan bir anneydi bu. Doğumla birlikte izne ayrıldı. İşine geri dönemiyor. Çocuğumu nasıl bırakacağım, bırakamam, benden başka kimse bakamaz ona ya aç kalırsa ya uykusunda bir şey olursa gibi artık olay resmen paranoyaya dönmeye başlıyor, anne açısından… Çift taraflı bir olumsuz etkilenme söz konusu.
Ama bağlanma dediğimiz şey aslında bizim istediğimiz, olması gereken psikolojik alt yapısı olan bir şey. Niye? Çünkü bağlanma içinde güveni de barındırır, sevgiyi de barındırır. Çocuk bilecek ki evet annem benim her zaman yanımda, her zaman bana yardımcı olacak. Babam da aynı şekilde… Hani hep anne odaklı konuşuyoruz ama babalar da çok önemli.
Evet, babalara da geleceğiz…
Ayrı tutmamak lazım babaları da… Bunu bilecek ama bunu yaparken şunu da vermek önemli. Hani anne-çocuk ilişkisi açısından, çocukların sorun çözme becerilerinin de anneler gelişmesine fırsat vermeli. Bazen bunu gözardı edebiliyoruz. Yani çocuk için istediği herşeyi yapıyor anne. Onu koruyor, kolluyor. Herhangi bir sorunla karşılaştığında çocuğun çözmesine fırsat vermeden anne devreye giriyor. Arkadaş kavgasında olabilir, babasıyla tartışmasında olabilir veya işte bir ödevi vardır. Bunu yapamıyordur. Hemen anne sorumluluk bilinciyle onu ele alıyor. Tamam, ben yaparım, ben hallederim gibi… Bu işte…
Aslında yardım etmek isterken zarar veriyoruz…
Evet, evet…
Biraz kendi başına kalması için kör ve sağır mı olmak gerekiyor?
Çok değil yani şunu söylemek gerekiyor. “Ben senin yanındayım, desteğe ihtiyacın olduğu her zaman buradayım. Ama önce sen bir dene, çabala, yapmaya çalış. Yapamazsan tabiki ben sana yardım ederim.” Yani tersi bir tavır, “yapacaksın, sen yapmak zorundasın, bu senin ödevin, ben karışmıyorum.” Çocuğu birdenbire yalnız başına bırakmak demektir. Gerçekten bilmiyor olabilir çocuk gerçekten yapamıyor olabilir. Bu çocuğun özgüven eksikliği olabilir. Biz bunu pekiştirmiş oluruz istemeden ama sen bir dene, yapmaya çalış, yapamazsan ben sana yardım edeceğim, dediğiniz zaman önce bir ona fırsat vermiş oluyorsunuz. Deniyor, yapabildiğini görürse motive oluyor, özgüveni artıyor. Yapamadığını görürse de şunu biliyor ki annem yanımda. Ondan yardım isteyebilirim.
“ÇOCUKTA ÖZGÜVEN NASIL GELİŞİR?”
Peki bir çocuğun özgüveni sizce nasıl geliştirilebilir? Yani anne baba ne yapabilir?
Sorumluluk vermek çok önemli çocuğa… Her yaşta, çocuğa sorumluluk verilebilir. Yani büyümesini beklemeye gerek yok bunun için. Yavaş yavaş böyle yürümeye başladığı dönemlerde artık hani desteksiz ve tek başına bağımsız yürümeden kastediyorum. O zamanlarda bile mesela altını değiştireceksiniz, ıslak mendilini getir bana, bezini mesela aldınız altından, bunu götür çöpe at. Bunlar bile bir sorumluluktur aslında.
Görev veriyorsunuz, küçük küçük görevler…
Tabi yaşına göre, gelişimine göre görevler, ufak görevler vermek ve bu görevlerden sonra da geldiğinde “aferin çok güzel yaptın, çok başarılıydın” gibi geri bildirim vermek de çok önemli. Çünkü tamam o çocuk götürüp o bezini çöpe attı ve geri geldi. Bir şey bekleyecek, bir geri bildirim, olumlu ya da olumsuz bir şey. Ama anne hiçbir şey söylemiyorsa, baba hiçbir şey söylemiyorsa 2., 3. seferde de atar, onu çöpe. Ama 4. ve 5. de artık atmaz. Tepki gösterir, direnç gösterir. Çünkü ben bir şeyi yapıyorum ama sen bana hiçbir karşılık vermiyorsun ya da beni onaylamıyorsun, tasdiklemiyorsun gibi yavaş yavaş yapmamaya başlar, bunu. O yüzden bu özgüveniyle çok alakalıdır.
Yaptıklarını ön plana çıkarmak çok önemli çocuğun, her yaptığı… Kreş yaşındaki bir çocuktan bahsedecek olursak mesela işte artık “kreşe çok güzel gidiyor, okulunu çok seviyor, biliyor musunuz?” diye başkalarına anlatırken bu şekilde anlatmak. Olumsuz tarafları muhakkak ki vardır. Her çocuğun yapamadıkları da vardır. Ama bunları direk olarak ortaya koymak yerine “bak sen bu konuları çok güzel yapabiliyorsun. Şu, şu, şu konularda çok başarılısın. Ama şu konularda biraz desteğe ihtiyacın var. Bu desteği de biz sana vereceğiz hiç merak etme” gibi. O zaman çocuktaki o özgüven bir taraftan pekişirken bir taraftan da yapamadıklarını da yapabilirim duygusu da uyanmış oluyor.
“BABALAR VE ÇOCUKLARI”
Peki şimdi babalara gelelim o zaman. Babaların acaba çocuk eğitiminde etkisi var mı? Şimdi babalar doğumdan sonra anneyle bebek arasındaki iletişim biraz daha farklı bir boyutta başlıyor. Emzirmek vs. Babalar biraz soyutlanıyor bu dönemde. Tabi bazı babalar işin içine girmeyi seviyorlar. Bebek bakımına gerçekten faal bir şekilde katkı da sağlayabiliyorlar ama birçok baba çocuğun biraz daha kendine geldiği yaşları bekliyor iletişime geçmek için. Acaba bu normal midir? Ya da bir babanın çocukla ilgili mesela çocuğa kazandıracağı ne gibi bir özellik olabilir ki anneden farklı olarak? Hani anneyle ikisinin birlikte illaki kazandırdıkları mümkündür de ama babanın tek başına çocuğa verebileceği en büyük şey ne olabilir sizce?
Babaları ele alırken biraz şu açıdan bakmak gerekiyor. Bir, bayanların artı bir avantajımız var. Bir annelik içgüdümüz var. Bu bizim fıtratımızda var ve hamile kalmayla birlikte bile başlıyor. Yani kadın olarak illaki çocuk sahibi olmanıza gerek yok. Çocuk sahibi olmayan kadınların bile bir anaç tarafı her zaman vardır. Çünkü yapımızda vardır bizim. Ama babalarda öyle değil. Hani bir kadın hamile kaldığında bunu eşine söylediğinde bile bazı babaların tepkileri nötr olabiliyor. Olumsuz olabiliyor ya da çünkü onlar bu şekilde hissetmiyorlar hamileliği ya da çocuk sahibi olma olgusunu. Babanın tam anlamıyla babalığını yaşayabilmesi çocuk dünyaya gelecek, o doğum süreçlerini atlatacak anne, sezeryansa dikiş ağrıları geçecek, normal doğumsa işte ayağa kalkacak. Belki 1-1,5 ay çocuğun o uyum süreci geçecek falan filan derken en sonunda o süreçten yani doğumdan sonra 2. aydan sonra babaya, babalık görevi tam anlamıyla gelmeye başlıyor. O zaman işin bilincine varıyor. İlk zamanlar o da şaşkın, neye uğradığını şaşırıyor. Hani çocuğun bakımıyla mı ilgilensin, ki çocuk sürekli ağlıyor. Annenin ağrıları var, onunla mı ilgilensin. İşte evde gelenler gidenler, lohusalık seramonileri falan. Annenin annesi orada, babanın annesi burada… Dünürler arasındaki ilişki derken aslında yönetilmesi gereken çok fazla şey var. Bunların hepsi bir karmaşaya yol açıyor. Ama 2 aydan sonra anne, bebek, baba başbaşa kaldıkları zaman, o zaman babalık tam anlamıyla başlıyor. O yüzden biraz annelerin, babalara bu konuda biraz zaman tanıması gerekiyor aslında.
Babadan ne bekleyeceğiz biz? Babanın da tabiki sorumluluğu var. Anne kadar değil. Çünkü anne kadar olmasını bekleyemeyiz de… Çalışan babalardan bahsediyoruz sonuçta. Akşam geldikleri zaman biraz olsun annenin yükünü alabilmesi lazım, babanın. Hani biraz anneyi rahatlatması “sen biraz dinlen, ben ilgileneyim”. Bu sadece anneyi rahatlatmak değil, bebek de babayı özlüyor. Babayla vakit geçirmesi gerekiyor. Babayla oyun oynaması gerekiyor. Babalar şöyle kaçış yöntemleri bulabiliyorlar kendilerine. “Ben işte ona bakmayı bilmiyorum, ben altını değiştiremem, ben biberon tutamam.” Gerek yok yani yere bir yaygı serin, bir halı, bir battaniye. Bebeği de yere yatır, sen de yanına uzan. Bıcı bıcı yap azıcık, işte yanağını okşa, saçını okşa. O yüz üstü dönsün, sen sırtüstü çevir. Bu bile o kadar yeterli bir şey ki o kaliteli zaman dediğimiz şeyin saatlerce olmasına hiç gerek yok. Sadece o tensel teması sağla. Dokunsal birtakım şeyler ver. Sevgin hissettir. Küçük yaşlarda bu yeterli… Ha büyüdükçe tabiki etkileşim, iletişimin artması gerekiyor aralarında. Heleki erkek çocuksa rol model olarak tabiki babayı alacaktır. Hayatında muhakkak bir erkek model olması gerekiyor, erkek çocukların. Boşanmış anne babalar olduğunda dayı, amca, dede kim varsa çünkü onlara yönlendiriyoruz, diyoruz ki onlarla vakit geçirsin oğlunuz. O rol model alma sürecini o şekilde tamamlasın.
Kız çocuklar zaten babaya hayrandır. Kahramanlarıdır babaları, aşıklardır babaya. Onların da öyle bir ilişkileri var babayla aralarında. Yani hiçbir zaman ne cinsiyete bağlı, ne yaşa bağlı. Babayla çocuğu birbirinden ayıramıyoruz. Mümkün olan en çok iletişimi, etkileşimi sağlasınlar. Bunun amaçları içinde çocukla birlikte olmak da olsun, anneyi rahatlatmak da olsun, babalık sevgisini maksimum düzeyde yaşamak ve yaşatmak da olsun.
Peki hani özel hayatın yüzü anne, kamusal hayatın yüzü baba gibi bir ayrım yapabilir miyiz? Gerçi artık annelerimiz de sosyal hayatta, iş yaşamında vs. çok daha kendilerini gösteriyorlar ama… Çocuğun dışardaki sosyal yaşama alışmasında babanın daha büyük bir etkisi olabilir mi yoksa ikisi eşit derecede önemli mi?
Yani artık dediğiniz gibi hani annelerin de çalışmasıyla birlikte bu hemen hemen eşitlenmeye başladı. Zaten de öyle olmalı. Yani mümkün olan her konuda anne baba birlikte hareket etmeli ve birlikte etki göstermeli çocuğun üzerinde. Öbür türlü çocuk onlara zaten misyonlar yüklemeye başlıyor. Hani işte evde benim bakımımı annem yapar, gezmeye babamla giderim. Gezmeye anneyle gitmeyi reddedebiliyor. O yüzden çok kesin ayırmamak lazım, bazı şeyleri.
Hangi durumda aile sizce bir uzmana danışmalı, çocuğuyla ilgili? Çocukta ne gibi bir şeyler görüyorsa bir uzmana gösterme kararı almalı?
Valla, bana soracak olursanız tıpkı araba kullanmak gibi nasıl ehliyet veriliyorsa çocuk sahibi olmadan önce anne baba, biz çocuk sahibi olmaya karar verdik deyip önce kendileri bir uzmana danışmalı. Belki bir eğitimden geçmeli. Onları neyin beklediğini bilmeleri gerekiyor. Çünkü çocuk sahibi olma süreci bazen çok hafife alınabiliyor. Yani çocuk sahibi olmak, evet çok kolay… Anne baba olmak çok kolay. Ama zor olan annelik yapmak, babalık yapmak. Bu ikisi arasında çok önemli fark var. Anne baba olursunuz yani sonuçta bu çok zor bir şey değil. Artık anne baba olamayanlar tedaviyle bile oluyorlar, tıp çok ilerledi. Ama dünyaya getirdiğiniz çocuğa annelik babalık yapamayacaksanız bu topun altına çok girmemek gerekiyor. Aslında o yüzden başka belki hani hamile kaldıklarında ya da düşünmeye başladıklarında bizi ne bekliyor diye bir danışma almalarında fayda var.
Sonrasında da çocuğun sorunlarının kemikleşmesini beklemeden, bir problem fark ettiklerinde belki onlar yetemiyorlar çocuğa, belki çocukta birtakım problemler var, belki kreşe başlayan bir çocuk ve orada öğretmeninin söylediği bazı şeyler var. Bir şeyler eğer görünüyorsa bunun devamı gelecektir. Yani bunu görmezden gelmemelerini çok öneriyorum. Geçer deyip bırakmamaları çok önemli. Evet zaman bazı şeylerde ilaç olabilir ama bazen de bize çok ciddi sinyaller veriyor, çocuklar. O sinyalleri ciddiye almak gerekiyor ve muhakkak bir uzmana başvurmak gerekiyor.
Peki o dediğiniz anne babalar neyle karşılaşacaklarını bilmeli diyorsunuz ya genelde bu ilk çocukta biraz daha anne babanın acemiliklerinin olduğu bir süreç oluyor. İkinci çocuk çok daha rahat büyüyor, çok daha özgür oluyor. Ama ilk çocuk biraz daha fazla sorumluluk altında eziliyor. Daha içine kapanık, daha işte büyük olmanın verdiği bir şeyle herhalde artık daha farklı büyüyor, çocuklar. Bu ondan kaynaklanıyor olabilir mi? İkinci çocukta anne, artık her şeyi biliyor, anne ya da baba neyle karşılaşacaklarının farkındalar…
Öyle tabi, ilk çocuk olmanın dezavantajını hepimiz yaşıyoruz. Ben de ilk çocuktum. Ben de onun dezavantajını yaşadım. Hepimiz yaşıyoruz. İkinci çocukta evet deneyimleri artıyor. İkinci çocuğu daha rahat, daha az kaygıyla büyütüyorlar. Bunun çok önemli etkileri görülüyor tabiki ama ilk çocuğu da aynı şekilde büyütebilme şansları var. İşte doğru yerlerden, doğru destekleri alırlarsa bunu da başarabilirler. Hiç kimse %100 mükemmel anne baba değil, olamayız da zaten. Mümkün değil böyle bir şey ama amacımız ne olacak? En iyi şekilde çocuğumuzla iletişim kurmak ve onu sadece büyütmek değil yetiştirmek. Çocuk büyütmek, yedirir, içirir, uyutursunuz büyür, bir şekilde. Her çocuk büyüyor. Evdeki çocuk da büyüyor, sokakta yaşayan çocuk da büyüyor. Ama çocuk yetiştirmeye baktığımız zaman onun içinde o kadar çok farklı süreçler var ki. İşin sosyal boyutu, duygusal boyutu, bilişsel boyutu, öz bakım boyutu, her gelişim alanını aynı şekilde desteklemek gibi. Bunu da yapabilmeleri gerekiyor ki yetişkin olduğunda da o çocuk sağlıklı bir yetişkin olsun.
Peki bu her gelişim alanı dediniz. Her yaşın aslında her yaşta bir çocuğun belli şeyleri yapabiliyor olması gerekiyor herhalde. Ailelerin buna dikkat etmesi gerekir mi? Yani eğer bir çocuk 2 yaşına gelmiş, ya da 2,5 yaşına, 3 yaşına gelmiş, konuşmakta problem yaşıyorsa aileler acaba bunda biraz, bizim çocuğumuz niye böyle deyip düşünmeliler mi?
Tabi muhakkak ki öyle olması gerekiyor. Özellikle konuşmayla ilgili bu dediğiniz çok doğru kesinlikle. Çünkü bizim kültürel bir özelliğimiz var, maalesef ki… Erkek çocuklar geç konuşur, algısıyla birçok erkek çocuk 4-5 yaşına kadar bekletiliyor. Zaten babası da geç konuşmuştu, dayısı da geç konuşmuştu.
Böyle bir kalıtımsal, genetik bir olay var mı?
Genetik bir özelliği var. Yani bunu yadsımıyoruz. Ama tek başına etkili değil. Birçok faktörün biraraya gelmesi lazım. Bazen sırf bu yüzden yaygın gelişimsel bozukluklar, otizm, aspergel gibi sendromlar unutuluyor, göz ardı ediliyor ve çocuk 5 yaşına gelmiş tanı konulabiliyor. Çocuğun 5 yıllık zamanı boşa gitmiş oluyor maalesef ki. Dolayısıyla böyle çok ertelememek lazım bazı şeyleri ki konuşma konusu gerçekten benim de çok hassas olduğum konulardan bir tanesi. 3 yaşına gelmiş bir çocuk hala kelimesi yoksa veya 3-5 kelimeyle konuşuyorsa yine konuşma gelişimi açısından bu çocuk geriden geliyor demektir. Derhal bir gelişim değerlendirmesi yapılmalı, sadece dil gelişimi değil tüm alanlar değerlendirilmeli, bir uzman eşliğinde. Gelişim testleriyle birlikte. Çünkü dil gelişimi geri olan çocukların zihinsel gelişimi de geri olabilir. Bunu gözardı etmemek gerekiyor. Eğer böyle bir şey varsa hemen bir özel eğitim sürecini başlatmak lazım. Çünkü birebir eğitimle aşılabilecek çok fazla şey var. Otizm de dahil. Çok geniş adımlar atılabiliyor, çok yol katediliyor. Yeter ki erken tanı. Erken tanı çok önemli.
Şu da var maalesef ki artık bilgiye ulaşmak çok kolay. İnternetten olsun, kitaplardan olsun her yerde çok fazla bilgi var. Kimi doğru kimi yalan yanlış. Kafa karıştırabiliyor. Şimdi çocuğu burada merkezde ben çok görüyorum. 3 yaşına gelmiş, fakat konuşmuyor hala. Buraya geliyor, bir destek almak için. Fakat gelmeden önce çok ciddi araştırmalar yapmış. İnternet üzerinden, televizyona çıkan birtakım uzmanların söylediği şeylerden ve kafası allak bullak olmuş. Çocuğunun otizm olduğunu düşünerek geliyor buraya. O önyargıyla geliyor ve bir şey duymak istiyor. Evet ya da hayır… Bu duyduğu şey ya onu rahatlatacak ya da işte kaygısının doğru olduğunu gösterecek ona. Burada birtakım değerlendirmeler yapıyoruz. Ben uzmanlık alanım gereği tanı koymuyorum. Ben çünkü çocuk psikiyatrı değilim. Tanı koymak benim alanım değil, haddime de değil. Ama ben otizm midir, değil midir konusunda bir çerçeve çizebiliyorum aileye. Risk altındadır diyebiliyorum, otizm açısından. Hemen şu önlemleri almanız lazım ya da hayır sizin düşündüğünüz gibi değil. Otistik bir tablo olduğunu düşünmüyorum ama şunları şunları yaparsanız da şu anki tablodan kurtulma şansınız var, gibi. Doğru bir yönlendirme yapmaya çalışıyorum. Bazen konuşma terapistini sürece sokuyoruz, o çok işe yarıyor. Bazen gerçekten dil gelişimi geriliğinde, zihinsel gelişim geriliği de varsa hemen bir özel eğitim sürecini başlatıyoruz. Bunlar tabiki erken müdahale, çok da erken ve olumlu sonuçlar getiriyor. Ama bırakırsan 4 yaşına, 5 yaşına kadar kalırsa bu çocuk bazen, büyük ebeveynler anneanneler, babaanneler engelliyorlar bunu. Bazen eşler arasındaki tartışmalardan dolayı bir yardım alınamıyor. Baba kabul etmiyor, anne kabul etmiyor bu yardımı almayı ve çocuğun gelişimi ciddi anlamda sekteye uğruyor.
Peki otistik çocuklarla ilgili. Çocuklarda herhangi bir şey var ve koşullar da onu tetikliyor ve ortaya mı çıkıyor? Yoksa gerçekten dış koşullara bağlı otizm öyle bir rahatsızlık mı?
Genel olarak şöyle diyebiliriz. Otizmin çeşitleri olmakla birlikte 2’ye ayırabiliyoruz genel anlamda. Bir tanesi gerçekten hani beyinsel bir probleme dayalı… Yani henüz tam anlamıyla sebebi çözülmemiş de olsa çok ciddi araştırmalar yapılıyor. Metallerden deniyor, yiyeceklerden deniyor. Ama bunların hepsi sadece şu anda kanıtlanmamış varsayımlar. Bunlardan kaynaklı tıbbi boyutu olan bir otizm var.
Bir de ikincil otizm dediğimiz yani çocuğun çevresiyle alakalı, çevresel uyaranların az olması, çocukla konuşan kimsenin çok fazla olmaması, televizyon, tablet bilgisayar, telefonların fazla olması ve bakıcı tarafından çocuğun bakılması gibi etkenlere dayalı da ikincil bir otizm var. Bu birincil otizme çok benzemiyor. Bunu toparlamak daha kolay. Çünkü ortada tıbbi bir boyutu yok otizmin. Bir bilimsel engel yok. Sadece otizm özelliklerine benzeyen birtakım özellikler var ve bunları bertaraf ettiğimizde, televizyonu çocuğun hayatından kaldırınca, iletişimi arttırınca, bakıcıyı belki doğru yönlendirince, çocuğu kreşe verince hemen ilk 3 ay içerisinde geri dönüşümü alıyorsunuz. Çocuğun konuşması açılıyor. Göz teması da kuruyor. Birçok şeyi yapabiliyor. Ama ilk bahsettiğim o tıbbi boyutu olan otizmde bir de genellikle zihinsel engel eşlik eder onunla birlikte. Bazen sadece zihinsel engel eşlik eder, bazen epilepsi eşlik eder, bazen başka şeyler vardır. O boyutta o zaman muhakkak ki bir özel eğitim desteği gerekiyor. Bazen bu yıllarca bile sürebiliyor.
“HASSAS BİR KONU: YEMEK”
Bir çocuğu büyütürken annelerin karşılaştığı en büyük sorunlardan birisi de yemek yedirmekle ilgili. Bir annenin çocuğunun doyacağını düşündüğü miktarla, çocuğun doyduğu miktar çok farklı. Anneler çocuklarına kendi yemeklerini yeme sorumluluğunu kaç yaşında vermeliler? Onların tabağına yemeği koyarken acaba neyi gözetmeliler? Çocuğun yemekle problemi acaba annenin tavrından kaynaklanıyor olabilir mi? Çoğu annenin yaşadığı sıkıntılarda…
Çok büyük oranda öyle zaten… Çünkü annelerin çok fazla kaygısı oluyor. Çocuğum doymayacak, aç kalacak kaygısı var. Eğer zayıf bir çocuksa etraftakiler niye bu çocuk bu kadar zayıf diyecek kaygısı var. Çünkü bu çocuk niye zayıf dediği zaman anne olarak hemen olayı kişiselleştiriyoruz, ben bakmadığım için mi zayıf acaba? Ben mi yediremiyorum, ben mi kötü bakıyorum, diye düşünebiliyoruz. O yüzden de çocuğa bir tabak yediriyorsa ikinci tabağı zorlamaya başlıyor anne, kilo alsın diye…
Yemek konusu o kadar hassas bir konu ki aslında hani çok doğal bir döngü, hayatın doğal bir döngüsü. Yani doğumla birlikte anne sütüyle başlayan bir süreç, 6. aydan sonra resmen bir ızdıraba dönmeye başlıyor ek gıdaların hayata girmesiyle birlikte.
Şimdi çocuk açısından da olaya bakmak lazım. 6.aya kadar anne sütü almış ya da biberonla büyütülmüş bir bebeği düşünün ki ne kadar rahat. Anne sütü almak da çok rahat, biberonla süt içmek de çok rahat. Çünkü her ikisinde de zaten doğal olan bir emme refleksini kullanıyor çocuk. 6. aydan sonra biz hayatına kaşık denen bir nesneyi sokuyoruz. Kaşık için ağzını açacak, kaşığı ağzına alacak, ağzına verilen şeyi ağzının içinde çevirecek. Pütürlü birşeyse çiğnemesi gerekecek, onu yutacak, yuttuktan sonra bitmiyor süreç. Sindirim sistemi alışacak bu yeni yiyeceklere, boşaltım sistemi alışacak. Belki gaz sancıları artacak. Ne kadar çok şeyle mücadele etmesi lazım bu çocuğun. Bir kaşık elma suyu ya da bir kaşık yoğurt, bir kaşık kabak çorbası bizim için belki bir kaşık ama onun için çok önemli şeyler. O yüzden annelere her konuda olduğu gibi bu konuda da hep diyorum ki, “Lütfen çocuğun penceresinden bakmaya çalışın olaya, kendi pencerenizden değil.” Yani çocuğun midesi çok ufak, bizim midemiz kadar değil. Siz bir tabak çorbayı yersiniz, ikinciyi de yersiniz. Ama çocuğa yemek koyarken yetişkin tabağında koymayın, ona küçük tabaklar alın. İllaki demiyorum ki mama setleri alsınlar. Buna hiç gerek yok. Küçük salata tabağı gibi tabaklar. Ona koysunlar ki bir tabağı yediği zaman anne de “oh bir tabak yedi” diye rahatlasın. Çünkü ancak midesi o kadarını alacak. Bir tabağı yedikten sonra ikinci tabak için zorlamaya hiç gerek yok. Çünkü zorlarlarsa yediği bir tabağı da çıkacak. Almayacak midesi. Gerek yok buna. Ama bir saat sonra yoğurdunu verdiğinizde, iki saat sonra öbür ara öğününü verdiğinizde, verdiğiniz her şeyi rahatlıkla yemeye başlayacak o zaman ve hani eline bir şeyler vermek çok önemli. Çünkü şimdi artık zamane çocukları eline bir şey alıp yemeyi bilmiyorlar, maalesef. Biz ne yapıyoruz? Ya mama sandalyesine oturtuyoruz, ya koltuğun köşesine sıkıştırıyoruz. Hiçbir şey yapamazsak çok hareketliyse başka birinin kucağına oturtuyoruz. O elini kolunu tutuyor, televizyonun karşısında anne habire ağzına yemek tıkıyor. Çocukların eline kek gibi, yumuşak poğaça gibi, ekmek gibi bazı şeyler de artık 9-10. aydan sonra yavaş yavaş verilmesi lazım ki ısırarak da bir şeyleri yemeğe alışması lazım çocukların.
Kendi kendine yemesi için de bir yaşından sonra teşvik edebilirsiniz. Bunlar da çok önemli. Kaşıkla veya çatalla yenebilecek ona uygun yemekler olduğu zaman önüne koyup oturduğu sandalyenin altına bir sofra bezi serip… Döksün saçsın hiç problem değil, “dökme, sakın dökme, bak sakın kirletme” dediğiniz zaman o kaşığı alıp da ağzına götürmeye istekli olmayacaktır.
Öğün sayılarını arttırmak gerekiyor. Hani biz günde 3 öğün yemek verelim, ama hepsini de tıka basa yesin, doysun, diyoruz. Hayır günde 6 öğün yesin, 7 öğün yesin hiç farketmez.
Peki mesela zekayla beslenme arasında bir ilişki var mı sizce? Yani çocuğun beslenmesi onun zekasını açabiliyor mu ya da daha zeki olabiliyor mu? Mesela balık yedirmek ya da dediğiniz gibi dengeli beslenmek çocuğun zekası üzerinde ne kadar etkili oluyor sizce?
Yani %100 hani zeka puanını arttıran bir şeydir, zeki olmasını sağlar demek çok doğru gelmiyor bana. Ama çocuğun genel gelişimi için evet faydalıdır, öyle olması gerekir. Çünkü hani ne kadar çok çeşitli şeyler yerse, ne kadar dengeli ve yeterli beslenirse çocuk o kadar sağlıklı olacaktır.
Tek yönlü beslenen, makarna, pilavla büyüyen bir çocukla diğer türlü beslenen bir çocuk heralde ikisi arasında fark olacaktır…
Fark olacaktır, muhakkak ki olacaktır. İlk başta fiziksel sağlık açısından zaten bir fark oluyor. Fiziksel sağlığı yerinde olmayınca ister istemez kreşinden kalıyor, okulundan kalıyor, yaşıtlarından daha geride kalıyor. Yani onların aldığı birçok imkandan faydalanmamış oluyor. Öyle olunca da direkt olarak bizim gibi zeka puanı üzerinde etkisi olmasa bile çocuğun öğrenme süreçlerini engelleyebiliyor, sosyalleşmesini engelleyebiliyor, arkadaş ortamından uzaklaşıyor gibi. Bunlara etki ettiği için dolayısıyla da yaşıtlarıyla arasında bir farkın oluşmasına sebep olabiliyor.
Bir başka sorumuz da yemek seçmeyle ilgili… Acaba sofradaki yemekleri beğenmeyen bir çocuğa anne kalkıp çocuğun istediği yemeği yapmalı mı? Yoksa elimizdeki yemek bu, bunu yemen gerekiyor, demek mi gerekir?
Tabi ikincisi daha doğru ve tercih ettiğimiz bir şey. Ama hani bunu söyleyip de çocuk “hayır, yemeyeceğim” diye inat ettiğinde de kalkıp istediği şeyi de yapmaması lazım. En başta tutarlı olmak durumu çok önemli. Yani en büyük sıkıntıyı zaten bu konuda yaşıyor anne babalar. Anne babaların en çok çeliştiği konu da bu. Babalar biraz daha annelerin tabiriyle daha vicdansız. Aç kalsın, bırak 1 saat aklı başına gelsin, diyebiliyor baba. Ama anne bunu yapamıyor. Aç kalmasına dayanamıyor. Halbuki çok değil, 2 belki 3 gün bunu tutarlı şekilde devam ettirebilse aslında ondan sonra çocuğun bu inadı kırılacak ve artık yemeye başlayacak.
Yemek seçmek konusu da hani evet bence genetik bir boyutu da var. Yani anne baba da küçüklüğünde yemek seçiyorsa çocukta da böyle alışkanlık aksediyor. Bir de tabiki öğrenilmiş bir boyutu var. Çocuk sofraya oturuyor, anne işte pırasa yapmış, pilav yapmış, salata var, çorba var falan. Baba tutup da “yine mi pırasa pişirdin, ben bunu yemiyorum bilmiyor musun?” dediğinde çocuklar olumlu şeyi almak konusunda o kadar hevesli değillerdir. Ama olumsuz bir şey gördüklerinde ve daha ciddi bir tutum gördüklerinde hemen onu model alır ve kaydeder. Bir sonraki hafta yine pırasa piştiğinde yemez.
“ÇOCUĞUN ZEKİ OLDUĞU NEREDEN ANLAŞILIR?”
Bir anne çocuğunun çok zeki olduğunu sizce nerden anlayabilir? Birçok aile çocuklarının zekasını ölçtürmek için testler yaptırıyorlar. Buna ne kadar karşısınız? Sizce olmalı mı, olmamalı mı?
Çocuğun birçok özelliği, birçok davranışı bu konuda bize ışık tutuyor. Mesela yaşıtlarından daha önce konuşmaya başladıysa, daha erken yürümeye başladıysa… Normalde biz 12-13 aylıkta yürümesini bekleriz, normal şartlarda. Ama 8-9 aylıkken ayaklanıp yürüdüyse bu çocuk. Normal şartlarda 15-18 aylıkken artık kelimeler çıkmaya başlar. İki kelimelik cümleler başlar. Ama 10 aylıkken, 9 aylıkken bunlar başladıysa yani yaşıtlarına göre 3-5 aylık süreçlerde daha erken yaşadıysa bunları… Daha farkındalığı olan bir çocuksa hani bazı çocuklar kulak kesilirler, dinlerler, küçük bile olsa, bebek bile olsa, fark ederler birçok şeyi. Bunlar annelere ışık tutabilecek özellikler.
Ben kişisel olarak da mesleki olarak da 6 yaşını geçmemiş hiçbir çocuğa zeka testi yapılmasını önermiyorum. Yapılan testler yok mu, var. Mesela 2-5 yaş arasına çocuklar için yapılan bir zeka testi var. Çok da popüler bir zeka testi. Ama ben bunu kesinlikle ve kesinlikle önermiyorum. Neden? Çünkü zeka testi uygulama süresi uzun. O çocuğun o test süresinde dikkati dağılacak, sıkılacak. Bir potansiyeli varsa bile sıkıldığı için zaten o potansiyelini göstermeyecek. Anne baba zeki olduğunu düşünerek teste sokacak, fakat test sonucu daha kötü çıkacak. Bu hayal kırıklığını anne baba kime yansıtacak, direkt olarak çocuğa yansıtacak. Bir çocuğu böyle bir ortama sokmanın da gereği yok, böyle bir etiketi yapıştırmaya da gerek yok. Çünkü çocuk bu etiketi aldığı andan itibaren bunu çok güzel sahipleniyor. Herhangi bir şey olduğu zaman kendini yaşıtlarından farklı biri gibi görüyor. “Ben daha akıllıyım ama ben daha zekiyim. Ben teste girdim, benim şöyle puanım çıktı.” Bunları çok güzel kullanabiliyor çocuklar.
Hiçbir şeyi anne baba kendi eliyle silah yapmamalı kendine. En büyük sıkıntımız bizim aslında orada. Bizim yaptığımız birçok şey bir süre sonra bize yol, su, elektrik olarak geri dönüyor. Bunun farkında olmuyoruz bazen. O yüzden zeka testlerini ancak 6 yaşından sonra. Onu da ne için? Artık 6 yaşa kadar gelişim tamamlanmaya başlıyor. Yapı taşları tek tek oturuyor yerine. Ha 6 yaştan sonra da devam ediyor tabi ama. İlk 6 yıl bizim için çok önemli. Ve 6 yaştan sonra artık bu çocuğun ilkokul dönemi başlayacağı için belki yeteneklerine daha uygun bir ilkokula yazdırmak için, uygun bir eğitim aldırmak için varsa ekstra yetenekleri (müzik, resim, tiyatro gibi) bunlara yönlendirmek için evet kullanılabilir. Ama 6 yaştan önce ben pek önermiyorum.
“UYKU ALIŞKANLIĞI”
Bebeklerin ve çocukların büyümesinde beslenme dışında uyku da çok önemli. Bazı anneler şöyle diyor; “Akşam yatırıyorum, sabah kalkıyor.”
Ne güzel, en ideal çocuk…
Anne çok rahat uykusunu alabiliyor, çocuk çok rahat uykusunu alabiliyor. Ama bazı çocuklar, mesela çok geç saatlerde yatıyorlar. Genelde çocuğu yatırmak için, önerilen saatler, 9-10 heralde. 10’u çok geçmemek gerekiyor. Çocuğu neden çok geç saatte yatırmak iyi bir şey değildir? Bir de çocuğun uykusu çok bölünüyorsa, çişi için bölünüyorsa, gecede 3-4 defa kalkıyorsa ve sabah da kalktığında uykusunu alamadığını annesi hissediyorsa bunun için anne ne yapabilir? Çocuğunun daha kaliteli olarak uykusunu alabilmesi için…
Uyku saatleri niye önemli? Çünkü beynimizde birçok hormon var. Bu hormonlar, büyüme hormonları bizim için çok önemli. Özellikle ilk 3 yıllık süreç içerisinde. Büyüme hormonlarının dışında önemli olan başka bir hormon da melatonin hormonu. Bu da gece 11 ile 3 arasında çok aktif salgılanan bir hormon. Ama tam uyku halinde olması gerekiyor, beynin. Uyku halinde değilse, yarı uyanıksa veya sık sık uyanıyorsa bu hormon tam anlamıyla salgılanmıyor. Bu hormonun da çok fazla işlevi var vücudumuz için. Büyüme, gelişme üzerinde var, öfkeyi stresi azaltıyor, daha mutluluk verici birtakım hormonların salgılanmasını sağlıyor. Yani temel hormonlardan bir tanesi. Dolayısıyla o 11-3 arasındaki o uyku hali bir çocuk için en değerli uyku hali.
Onun için kaçta yatması gerekiyor?
10’da en geç yatağa girecek ki 1 saat içinde dönüp duracak, nazını niyazını yapacak annesine. Çünkü yatar yatmaz uyuyan çocuk çok az. Varsa da o anne baba çok şanslı. En azından bir yarım saat çocuk yatakta döner, hemen hemen. Çabucak uyumaz çünkü.
Ona göre de uyku saatini belirlemek lazım. Şimdi saat 9. Tamam herkes ister 9’da çocuğu yatsın. Çocuk için de iyi bir şey. Anne baba için de… Onlara da zaman kalacak. Onun için de iyi bir şey ama 9’da yatırdığınız zaman, yatağa soktuğunuz zaman bir çocuğu tam olarak uykuya dalması, 40-45 dk’yı bulur. Yani 10’a çeyrek kala ancak o çocuk uyumuş olur. O zaman da anne sürekli saat 9 oldu, saat 9’u çeyrek geçiyor, daha uyumadın, bak 9.30 oldu, uyumadın daha. Uyu, uyu, uyu diretmesi ile çocuğun uyuması varsa da uyumaz hale geliyor.
Bir de şöyle bir şey oluyor. 10’da uyuyacak çocuk ama 9’da yatak moduna geçecekler anneyle. Dişleri fırçalanacak, pijaması giyilecek, kitabı okunacak vs. Anne için de delirtici bir durum. Akşam 1-1,5 saat çocuğu uyutmaya hazırlamak gerçekten yorucu bir iş oluyor.
Tabi ya, uyku saati geldi diye anneye buhranlar basıyor. Nasıl uyutacağım ben bu çocuğu diye. Hani uykuyu bu kadar ızdıraplı bir hale getirmemek lazım. Uyku aslında günün en güzel zamanı, en keyifli zamanı. Ama biz kendi elimizle getiriyoruz bu hale. Uykudan önce mesela yatakta boğuşmalar, oyunlar oynanıyor. Böyle yaptığınız zaman çocuğun uykusu açılıyor. Uyumaz yani belki uykusu vardı. Ama boğuşup oynadınız uykusu açıldı. Yorulsun diye yapıyorlar ama tam tersi etkiye yol açıyor.
Özellikle uykudan önce daha pasif etkinlikler yapılmasını öneriyoruz. Eğer evleri hani sıcaklık açısından uygunsa, mevsim uygunsa, çocuk çok sık hasta olmuyorsa birçok etkenin birarada olması lazım. Muhakkak her gece ılık bir duş. Her gece köpüklü bir banyoya gerek yok. Ilık bir duş bile yeterli. Köpüksüz sadece su bile yeterli.
Eğer süt içiyorsa uyku saatinden önce bir 15-20 dk önce sütü vermek önemli. Sütü iç, yatağa gir. Şimdi bu süt bu çocukta gaz da yapacak. O rahatsızlıktan, mide rahatsızlığından da uykuya dalamayacak. Bir 15-20 dk önce sütünü içsin ki süt, hem uyku getirir. O uyku getirme evresini tamamlasın, hem mide biraz hazmetsin o sütü. Bunlar da önemli faktörler.
Çocuğun odasının özelliği çok önemli… Mesela, kesinlikle, çocuk odasında televizyon olmaması lazım. Bir gece lambası olabilir, normal ışıklı bir gece lambası olabilir, bir müzik olabilir derinden gelen böyle sessiz bir müzik olabilir. Anne baba evet ona masal okuyabilir, masal anlatabilir. Ama masal bitiyor, “anne bir tane daha”, ikincisi bitiyor “anne bu son bir tane daha”. 3-4 tane masal okuyorlar. Bu çocuğun anne babayı kullanmasıdır. Yani uyuma süreci ne kadar uzarsa çocuk için o kadar iyi çünkü. Bir tane masal okuyacağım ve ondan sonra üstünü örteceğim ve çıkacağım gibi. Net olması lazım birçok şeyin…
Ve de en önemlisi hani şunu hep söylüyorum ki ben kendi oğlumda da bunu uyguluyorum. İyiki de uyguladığımı görüyorum. Çünkü çok işe yarıyor. Özellikle kreşe yeni başlayan çocuklarda akşam yatırırken çocukları “Hadi yat artık, bak yarın servis gelecek. Okula gideceğiz, uyumazsan servisi kaçırırsın.” Eğer okula gitmek istemeyen bir çocuksa, henüz okulun sürecini tamamlamadıysa bu “E tamam o zaman, ben uyumam. Kalkamazsam servisi kaçıracağım. Servisi kaçırırsam okula gidemeyeceğim. E süpermiş bu. O zaman niye uyuyayım ya da sabah neden uyanayım?” Yani dedim ya az önce, kendi elimizle koz veriyoruz, çocukların eline aslında. Uyumakla okula gitmek arasında bu kadar doğru bir orantı kurmaya gerek yok. Neden uyuyoruz? Çünkü çok yorulduk gün boyunca. Çok hareket ettik. Çok enerji kaybettik. Şimdi uyuyacağız aynı cep telefonu gibi. Nasıl baban cep telefonunu prize takıyor, sarj oluyor. Bizim de sarj olmamız için uyumamız gerekiyor, bu kadar. Uyursan seni şuraya götüreceğim, uyursan okula gideceksin, uyursan şunu alacağım. Uyumak çok insani bir ihtiyaç tıpkı tuvalete gitmek gibi, tıpkı yemek yemek gibi. Bunu ödül ceza şeyine çok çevirmemek gerekli.
Çocukların gece gördüğü kötü rüyalar, kabuslar ya da korkular, onların uykuya dalmasını engelliyor olabilir mi? O durumda ne yapmak gerekir?
Kesinlikle etkiliyor. Çünkü çocukların çok büyük bir kısmı özellikle 0-3 yaş dönemde gündüz ne yaşıyorlarsa gece de onun tekrarı gibi. Televizyonlarda olur ya gündüz programı 12’den sonra tekrar edilir. Aynı onun gibi tekrarını uykularında yaşıyorlar. Eğer gündüz anne baba kavgasına şahit olduysa, bir ufak kaza atlattıysa, köpekten korktuysa, eli yandıysa, başına bir şey geldiyse gece aynı şeyi yaşıyor ve o korkuyla uyanıyor. O sıçramayla uyanıyor. Uyandığı anda ağlayarak uyanıyor. Bağırarak uyanıyor. Hani o anı iyi kontrol etmek lazım. O, anne baba açısından bir kriz yönetimi aslında. O anda tekrar çocuğu uyuması için teşvik etmek yerine hemen kucaklarına alıp “tamam ben buradayım, sakin ol, bir şey yok, uykundan uyandın, rüya gördün galiba, önemli değil, bak ben buradayım, baban burda” gibi. Sakinleşmesini sağlamak lazım. Her zaman ışığı açmayı önermiyoruz ki uykusu açılmasın. Mümkünse karanlıkta sakinleştirmeyi yapın. Ama hiç sakinleşmiyorsa, çığlık çığlığa bağırıyorsa artık öfke nöbetine doğru gidiyorsa olay, ışığı açmak da gerekiyor. Bir yerden sonra rahatlasın hani bir ışık görsün, anne babasını görsün diye. O yüzden bu tavırla yaklaşmak daha etkili olabilir.
“ÇOCUK EĞİTİMİNDE YAPILAN EN BÜYÜK HATALAR”
Son olarak anne ve babaların çocuk eğitiminde yaptıkları en büyük hatalar sizce nedir?
En büyük hata, çocuğa çocuk gözüyle bakmak, birey gözüyle bakmamak ilk başta bu. O bir birey, o anne babasının uzantısı değil. O tek başına bir birey. Onun da duyguları var, onun da düşünceleri var, istekleri ve ihtiyaçları var. Bizim sevdiğimiz herşeyi sevmek zorunda değil. Bizim yediğimiz herşeyi yemek zorunda değil ama mantık çerçevesinde herşeyi açıklamak zorundasınız ona. Kuralları koyarken, birşeyleri netleştirirken onun da fikrini almak çok önemli. Biz şeyi çok karıştırıyoruz, özellikle şu son dönemde, daha önce de dediğim gibi hani bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ile birlikte ne diyoruz; işte çocuğunuza değer verin, çocuğunuzun fikirlerini önemseyin, çocuğunuzun özgüvenini arttırın. Özgüvenli çocuk yetiştireyim derken ukala çocuklar yetişiyor. Arada çok önemli, ince bir sınır var. Belki pamuk ipliğine bağlı bu. Değer veren, fikrini beyan eden, fikirlerine değer gösterilen çocuklar yetiştirin diyoruz. “Çocuk merkezli aileler” oluyor. Ailenin herşeyine çocuk karar veriyor. Hangi otele gidecekler tatile, marketten ne alınacağına, hangi markete gidilecek gibi. Çocuk merkezli aile olmak yerine çocuğu merkeze alan aile olmak önemli. İkisi arasında çok önemli fark var çünkü. Bu dengeleri iyi kuramıyoruz bazen ve özellikle artık annelerin de çalışma hayatına başlamasıyla birlikte vicdan yapıyoruz çok fazla. Çocuğa zaman ayıramıyorum, hiç olmazsa benimle birlikte olduğu sürece her istediğini yapsın. Canıma okusun, hiç önemli değil. Sırtıma binsin, bana vursun, her istediğini alayım. O bir tane istesin, ben 3 tane alayım. Ama bu çocuğu mutlu etmiyor. Bu çabuk tüketen, doyumsuz olan ve hiçbir şeyden mutlu olmayan çocuklara sebep oluyor. Bugün o bir istiyor, siz üç alıyorsunuz. Yarın siz 13 de alsanız o mutlu olmayacak ve ona yetmeyecek. Ya daha fazlasını isteyecek ya da elinin tersiyle itecek o aldığınız şeyleri. Ya da kıymetini bilmeyecek.
Her akşam eve gelirken anne ya da baba elinde bir şeyle geliyor. Ya bir sürpriz yumurta, ya bir çikolata, ya bir şey. Her gün ama istisnasız. Her gün çocuk kapıdan kapıyor annenin elinden onu. Anne burada ne hissediyor, “bak çocuğuma bir şey getirdim, onu mutlu ettim.” Bir gün getirmesin o sürpriz yumurtayı, kıyameti koparıyor. “Sen, neden bana getirmedin.”
Sürpriz nedir? Sürprizin temel kelime anlamı her zaman olması gerekmez sürprizin, arada bir olacak. Sevindirecek, mutlu edecek. Her gün yaptığınız zaman birşeyi artık sıradanlaşıyor ama bir gün yapmadığınız zaman da neden yapmadın diye çocuk kıyametleri koparıyor. Bunlar hani hep bizim genel, kültürel yapımızda olan şeyler. Çok fazla yapıyoruz.
İşin başka bir boyutu, belki bu başlı başına bir konu olacak. Büyük ebeveynlerin çocuk eğitimi üzerindeki etkisi. Anneanneler, babaanneler, o çok başka bir boyut. Yani o öyle bir boyut ki anneanne, babaanne süreci var, çocuk süreci var, anne baba süreci var. Resmen bir bermuda şeytan üçgeni gibi. O üçgen içinde genelde de sıkışan anne ve çocuk oluyor. Babalar biraz daha profesyonelce kendilerini çekiyorlar o üçgenden. O da ayrı bir boyutu. İşte okula başlama süreçleri var. O da ayrı bir konu…
Aslında konu çok. Mutlaka bunun devamını getirelim Emine Hanım. Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. Ağzınıza sağlık.
Olur, konuşuruz… Rica ederim, ben teşekkür ediyorum.